Image
Yükleniyor
İstanbul Okmeydanı ve Okçular Tekkesi
Image

İstanbul Okmeydanı ve Okçular Tekkesi

Kabaca okçulukla ilgili bir spor kulübü olarak ifade edebileceğimiz İstanbul Okçular Tekkesi’nin 15. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış olmasının altında, Türk milletinin, tarihi, kültürel ve sosyal kodlarına sinmiş binlerce yıllık bir birikimin varlığı söz konusudur. Okçuluk konusu düşünüldüğünde bu birikim daha çok askeri bir anlam taşır. Bu bağlamda Osmanlı devri Türk okçuluğunun geldiği seviyeyi göstermesi açısından oldukça önemli olan, okmeydanları ve İstanbul Okçular Tekkesi’nin varlığı, Türk toplumunun “asker millet” olma vasfının da aynı zamanda bir göstergesidir. Türklerin derin bir askeri kültüre sahip, harp sanatı konusunda mahir ve kaynaklarda “doğuştan asker” millet olarak ifade edilmesinin sebeplerinden biri şüphesiz, savaşa hazır durumlarını sağlamak adına, harbe dair gerekliliklerini sosyal ve kültürel hayatlarının bir parçası haline getirmiş olmalarıdır. Bu anlamda bugün birer spor çeşidi olarak tanımlanan cirit, kökbörü ve güreş gibi geleneksel sporların da alt yapısında savaşa hazır bulunma amacıyla üretilmiş askeri maksatlı aktiviteler olduğu fikri yatmaktadır. Okçuluk ise Türk milleti için askeri ve sportif bir aktivite olmanın da ilerisinde dini ve kültürel ritüellerle harmanlanmış edebi, mimari, teknik gibi birçok cephesi bulunan kültürel bir öğe haline gelmiştir. Okçuluk, kabaca 17. yüzyılın sonlarında, ateşli silahların yaygınlaşmasıyla beraber savaş alanlarından çekilmiş olsa da günümüze kadar sportif mahiyetini muhafaza edebilmiştir. Okçuluk, tarih boyunca neredeyse her devirde Türkler için önemli bir uğraş olarak görülmüştür. Bunun da ilerisinde diplomasiden, atasözlerine, edebi metinlerden, destanlara ve sosyal hayatın içlerine kadar farklı cephelerde okçuluğun izlerini bulmak mümkündür. Okçuluğun Türk milleti için bu kadar önemli olmasının nedenleri arasında, elbette az evvel de işaret edildiği gibi Türklerin yaşam tarzı ile ilgili olmasının yanında İslamiyet’in kabulü ile beraber, İslam’ın okçuluğa önem vermesi de bulunmaktadır. Okçuluk birçok Hadis-i Şerifte teşvik edilmiş, müslümanların çocuklarına erken yaşlardan itibaren okçuluğu öğretmesi tavsiye edilmiştir. Öyle ki Osmanlı devri okçuluk risalelerinin ekseriyeti okçulukla ilgili hadislerle başlamakta ve bunun yanında Osmanlı okçuları, Sahabe-i Kiramdan Sa’ad bin Ebi Vakkas’ı kendilerinin piri olarak kabul etmektedir. İslam dinince özendiriliyor olması, zaten tarih boyunca Türklerin en çok ilgi duyduğu alanlardan biri olan okçuluğu farklı bir boyuta taşımış, ilerleyen bölümlerde izah edileceği üzere, ritüelleri, okmeydanları, menzil taşları ve diğer birçok cephesiyle beraber derin bir okçuluk kültürünün ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.

Osmanlı devri Türk okçuluğu ise birçok açıdan Türk okçuluğunun zirvesi olarak ifade edilmiştir. Okçuluğun kendi içerisinde kuralları ve ritüelleri ile kurumsal bir hüviyet kazanması da yine bu döneme rastlamaktadır. Esnaf teşkilatından, askeri alanda solak ve kavas gibi özel okçu birliklerine, neredeyse her şehirde bulunan okmeydanlarına kadar her alanda kurumsal bir yapıyı temsil eden Osmanlı devri Türk okçuluğunun kurumsal anlamda en somut yapısı İstanbul Okmeydanı Okçular Tekkesi’dir. İstanbul’un fethi sonrasında Fatih Sultan Mehmed tarafından okçulara tahsis edilen Okmeydanı’nda kurulmuş Okçular Tekkesi, Türklerin asırlardır süregelen okçuluğa dair birikimlerinin üzerine inşa edilmiştir.

Image

İstanbul Okmeydanı ve onun üzerinde kurulan Okçular Tekkesi, imparatorluğun diğer şehirlerinde yer alan okmeydanlarından kurumsal yapısı, menzil sayısı, ritüelleri ve sürekliği gibi birçok açıdan farklı olmasıyla beraber Türk spor ve kültür tarihinde ayrı bir yere sahiptir. İstanbul Okmeydanı’nın ve Okçular Tekkesi’nin bu ayrıcı vasıflarının oluşmasında hiç şüphesiz İstanbul’un, imparatorluğun yıkılışına kadar muhafaza ettiği payitaht olma özelliğinin büyük etkisi olmuştur. Yukarıda da zikredildiği üzere İstanbul’un fethinden önce başşehir olan Edirne’deki neredeyse bütün kemankeşler ile okçu ve yaycı esnafları İstanbul’a yerleşmiş ve hünerlerini burada sergilemişlerdir. Diğer taraftan İstanbul Okmeydanı ve Okçular Tekkesi, İstanbul’un fethi ile beraber II. Mehmed döneminde daha bir kurumsallığı sağlanan devlet siteminin bir neticesi olarak diğer şehirlerdeki benzer oluşumlara nazaran daha bir kurumsal yapıya kavuşmuştur. Bu kurumsallık okçuluğa dair derin bir kültürün oluşumunu ve muhafazasını sağlarken Okçular Tekkesi’nin nerdeyse imparatorluğun sonuna kadar yaşamasını da sağlamıştır. Bununla beraber ilerleyen satırlarda daha ayrıntılı bir şekilde ifade edilecek olduğu üzere, payitahtta bulunuyor olması, padişahlar ve devlet ricali tarafından destekleniyor olması Okmeydanı ve Okçular Tekkesi’nin hiçbir taarruza muhatap olmadığı, zaman zaman faaliyetlerinin durmadığı ve yok olmanın eşiğine hiç gelmediği anlamına gelmemektedir.

Image

İstanbul Okmeydanı’nın ve daha sonra kurulan Okçular Tekkesi’nin tarihi, kaynaklarda zikredildiği gibi İstanbul’un fethi ile başlamaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethine müteakip Okmeydanı arazisini okçulara vakfettiği bilgisi nerdeyse İstanbul Okmeydanı ile alakalı tüm kaynaklarda ve günümüzde yapılmış akademik-popüler çalışmalarda değinilen bir husustur. Fetih ile beraber İstanbul’da kurulan ilk vakıflardan olan İstanbul Okmeydanı, birçok kaynakta geçtiği üzere Fatih Sultan Mehmed tarafından bir ferman ile okçulara atış talimi ve müslümanların topluca dua edebilmesi için vakfedilmiştir. Halim Baki Kunter ve Türk okçuluk tarihi için oldukça önemli bir eser neşretmiş olan Ünsal Yücel, Fatih Sultan Mehmed’in bu alanı mezkûr amaçlara yönelik olarak vakfetmesinde ulemadan ve gazilerden gelen ricanın etkili olduğunu belirtmektedirler. Zira Ünsal Yücel, İstanbul’un fethi sırasında Sultan II. Mehmed’in otağını belirli bir müddet bu alana taşıdığını ve fetihten sonra bu alanda olan askerlere üç gün üç gece ziyafet verdiğini, bu sırada da gazilere bu alanın hangi amaçlar için kullanılması gerektiğini sorduğu ve neticede gaziler ve başta Akşemseddin olmak üzere ulemanın da okçulara tahsis edilmesini söylediğini belirtmektedir. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed’in bu alanı okçulara vakfettiği hem Ünsal Yücel’de hem de diğer çalışmalarda sıkça zikredilen bir husustur. Fakat her ne kadar Fatih Sultan Mehmed’in bu alanı okçulara vakfettiği doğru ise de vakfediliş hikayesi konusu tartışmaya açıktır. Özellikle 17. yüzyılın sonlarından itibaren oluşturulan Okmeydanı’na yönelik metinlere, Fatih Sultan Mehmed’e fethin Okmeydanı’nda müyesser olduğu ve bundan dolayı bu alanı okçulara vakfettiği bilgisinin eklendiği anlaşılmaktadır.

Image

İstanbul kuşatması sırasında, Galata sırtları diye tarif edilen, yani Okmeydanı arazisinde Zağanos Paşa kuvvetlerinin bulunduğu bilinmektedir. II. Mehmet’in fetih için Maltepe ve Belgratkapısı hizasında bulunan otağına ilaveten topografik özelliklerinden dolayı Okmeydanı’nda bir otağ kurduğu belirtilmektedir. Sultanın buraya bu vesile ile gelmiş olduğu düşünülse de fethin burada müyesser olduğu bilgisi tartışmaya açıktır. Zira Osmanlı kronikleri ve devrin Bizans kaynakları Osmanlı kuvvetlerinin Edirnekapısı-Topkapısı civarından şehre girdiği, bu sırada II. Mehmed’in de burada olduğu konusundan ittifak halindedir. Bunun yanında yukarıda da ifade edildiği üzere Galata sırtlarında, Osmanlı birliklerinin kumandanı Zağanos Paşa iken, merkez ordu yani padişahın da içerisinde bulunan birlikler Maltepe’de konuşlanmıştır. Fethin gerçekleştiği son harekat da işte bu alanda padişahın da bizzat yönettiği kuşatma olmuş, hatta son gün surda açılan gediklerden Osmanlı birlikleri şehre doğru girerken II. Mehmed’in öne atılarak surların dibine kadar geldiği ve askerilerine destek olduğu belirtilmektedir. II. Mehmed’in Edirnekapısı veya Topkapısı’nda olduğu kaynaklarda açık bir şekilde belirtilmiş olmasına rağmen, mesele Okmeydanı olduğunda bazı kaynaklar, özellikle okçuluk risaleleri; fethin II. Mehmed Okmeydanı’ndayken gerçekleştiğini belirtmektedirler. Bu risaleler ve bazı arşiv belgeleri ise genel olarak Okmeydanı’na artan tecavüzler sonrasında kaleme alınan en erken 17. yüzyılın sonlarına tarihlenen, 18. yüzyılın başlarında ve daha sonraki dönemlerde kaleme alınan kaynaklar olması dikkat çekicidir. Fethin Okmeydanı’ndan gerçekleştiğine dair en erken kayıt 1692 tarihli bir mühimme kaydıdır. Bu tarihte yaycı ve okçu esnafının Okmeydanı’nı işgal etmelerinden dolayı meydanda bulunan tirendaz taifesinin meydana yönelik hakları ortadan kalkmış ve meydanı işgal eden kişiler, kendi istekleri dışındakilere ok atışı yaptırmamış ve menzil atışlarına müsaade göstermemişlerdir. Bunun üzerine Okmeydanı’nda bulunan tirendazların şikayetinden dolayı saraydan bir hüküm çıkartılarak, okçu ve yaycı esnafının Okmeydanı’ndan el çektirilmesi sağlanmıştır. Büyük oranda Kâtip Abdullah Efendi’nin ön ayak olduğu bir girişim sonrasında oluşturulan bu hüküm, Kâtip Abdullah Efendi’nin eserini yazdığı dönemlere rastlamaktadır. Hem 1692 tarihli bu mühimme kaydı hem de Kâtip Abdullah Efendi’nin metni, fethin sultan Okmeydanı’nda bulunuyorken müyesser olduğu bilgisini içeriyor olmasından dolayı birbiriyle örtüşmektedir. Dolayısıyla ekseriyeti 17. yüzyılın sonrasında oluşturulan ve Okmeydanı tehdit altında iken kaleme alınan risaleler ve belgelerle, meydanın meşruiyetini arttırmak maksadı güdülmüş olabileceği akla gelmektedir. Bu sebeple daha evvel hiçbir kayıtta geçmediği anlaşılan fethin II. Mehmed Okmeydanı’ndayken gerçekleştiği bilgisi bu bağlamda Okmeydanı’nın vakfediliş hikayesine daha sonradan eklendiği söylenebilir. Fatih Sultan Mehmed’in fethin gerçekleştiği sırada Okmeydanı’nda olduğunu belirten ilk berat ise yine 1692 yılına ait bu mühimme kaydından sonraki bir tarihte, 1737 tarihli sultan I. Mahmud’un beratıdır. Daha önceki Okmeydanı’na dair fermanlarda ve beratlarda bu tür bir bilgi hiç zikredilmemiştir. Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve III. Mehmet zamanı gibi Okmeydanı’na yönelik daha erken dönemlere ait ferman ve beratlarda geçmeyen bu bilgi sadece I. Mahmud tuğrası ile Okmeydanı sınırlarına yapılan ihlalleri önlemek adına yazılan mezkûr beratta ve yine daha sonraki bir tarihte, Sultan Abdülmecid’in 1849 yılına ait bir fermanında geçmektedir. I. Mahmud tuğralı fermanda Fatih Sultan Mehmed’in Okmeydanı’nda muhasaraya başladığı ve fethin Okmeydanı tarafından gelerek gerçekleştiği belirtilmiştir. Daha geç tarihli olan Abdülmecit tuğralı ferman suretinde ise doğrudan II. Mehmed’in Okmeydanı’nda bulunduğu esnada fethin müyesser olduğu ifade edilmiştir. 1550’li yıllarda yazıldığı bilinen, okçuluk risalelerinin ilklerinden Bahtiyarzâde risalesinde ise bu mesele hiç geçmemektedir. Büyük oranda Okmeydanı’na yönelik bilgileri ondan alıntı yapan Gelibolulu Mustafa Ali ise fethin burada gerçekleştiği konusuna hiç değinmeden, Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra Galata taraflarında bulunan bu sahrayı okçulara tahsis ettiğini belirtmekle iktifa etmektedir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, daha geç dönemde yazılan Katip Abdullah Efendi’nin Tezkire-i Rumat adlı eserinde ise fethin sultanın Okmeydanı’nda bulunduğu sırada gerçekleştiği ve bundan dolayı bu alanı okçulara tahsis ettiği bildirilmektedir. Onu takip eden Vahid Efendi’nin Minhacü’r-Rumat adlı eserde ise son büyük taarruzdan önce Fatih Sultan Mehmed’in Okmeydanı’nda olduğu belirtilmektedir. Tüm bunlarla beraber, 18. yüzyıl öncesi tespit edilebilen hiçbir kayıtta fethin, sultanın Okmeydanı’nda bulunuyorken müyesser olduğu bilgisinin yer almadığı görülmektedir. Dolayısıyla Okmeydanı’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından vakfedilme sürecinin aktarımı 17. yüzyılın sonlarından itibaren böyle bir ekleme yapılarak günümüze kadar geldiği anlaşılmaktadır. Kaynaklarda ifade edilen, Okmeydanı’nın fetih sırasındaki durumu ise muhasara süresince Zağanos Paşa’nın burada birliklerini konumlandırdığı ve burasının bir ordugâh vazifesi gördüğüne yöneliktir. Dolayısıyla burada askeri birlikler bulunmaktaydı ve Okmeydanı, kuşatmanın seyrinin takip edilebileceği hâkim tepelerden birisiydi. Bu sebeplerden dolayı II. Mehmed’in muhasara sırasında buraya gelmiş olabileceği, ordugâh olmasından dolayı burada –kitabesi çok daha geç bir tarihi verse de bugün varlığı muhafaza edilen- bir namazgahın inşa edildiği açık bir şekilde ifade edilebilir. Okmeydanı’nın Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethine müteakip, okçulara tahsis ve vakfettiği konusu ise en erken belgelerden itibaren vurgulanmaktadır. Bu arazinin Fatih Sultan vakfı’na ait oluğuna dair bir vakfiye kaydı veyahut bir ferman bulunmamakla beraber hem II. Bayezid’in fermanı ve bu dönemin diğer kaynakları hem de bu tarihten sonra diğer sultanların ferman ve beratları Okmeydanı’nın Fatih Sultan Mehmet tarafından vakfedildiği ve bu durumu bir ferman aracılığı ile duyurduğu konusunda hemfikirdir. Ferman ve beratlarda belirtilen bu husus mühimme kayıtları ve okçuluk risalelerinde de aynı şekilde zikredilmektedir. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethine müteakip daha önceki Osmanlı şehirlerinde de örneklerine rastladığımız ve yukarıda değindiğimiz gibi, şehrin bir bölümünde, uygun olan bir araziyi Okmeydanı olarak vakfetmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in, günümüze ulaşmayan fakat II. Bayezid dahil Okmeydanı konusunda ferman ve beratı olan tüm padişahlar, Fatih Sultan Mehmed’in fermanından bahsetmektedirler. Bu bilgilere göre sultan İstanbul’un fethinden hemen sonra bu alanı okçuların ok atışı yapabileceği ve müslümanların toplu halde dua edebileceği bir alan olarak vakfetmiştir. Fermanında ise bu alana hiçbir şekilde müdahale olunmaması konusunda, “bağ ve bahçe yapılmaması, mesken inşa edilmemesi, su yolu geçmemesi, mezarlık yapılmaması ve eğer mümkünse üzerinden kuş dahi uçmaması” gibi ifadeler kullandığı anlaşılmaktadır. Daha sonra ise bu alana korucular tayin edilip sınır taşları dikilmiş ve okçular burada ok atışlarına başlamışlardır. Okmeydanı’nın Sınırları Her dönem sınır tecavüzlerine muhatap olması bakımından Okmeydanı’nın hudutları meselesi, vakfedildiği ilk zamanlardan itibaren sürekli gündeme geldiği anlaşılmaktadır. Bu durum da Okmeydanı’nın tam olarak neresi olduğu tartışmasını ortaya çıkarmış, neredeyse her sınır ihlali sonrasında gerek ferman ve beratlarda ve gerekse de mühimme kayıtlarında okmeydanının sınırları belirtilerek, bunun önlenmesi amaçlanmıştır. Kâtip Abdullah Efendi, 17. yüzyılın sonlarında Okmeydanı’nın kapsadığı alanı etrafını adım adım gezerek tafsilatlı bir şekilde anlatmaktadır. Kâtip Abdullah Efendi, yerinde yapmış olduğu hesaplamalar neticesinde meydanın toplamda ortalama sekizbin yüzelli gezlik bir alana sahip olduğunu belirtmektedir. Meydanın sahip olduğu alanı gösteren en eski kayıtlardan biri ise 1522 yılında Kanuni Sultan Sülmeyman’ın meydana yönelik artan tecavüzleri önlemek amacıyla kaleme alınan fermanıdır. Bu fermanda, “Sur-i Koztadayı(?) yerinden şimal tarafına doğru büyük böğürtlene ve andan İncirli Bozuluktan Karagöz Ağa ile Galata Kadısı dedikleri taşlara varınca ve andan Poyraz Menzili kurbuna Manol nam kafirin bağı köşesine ve andan Büyük Karlıktan Çakıllı Tepe’ye ve andan şark canibine doğru, Helvacı Karlığına ve andan Kıble tarafa doğru kıdvet’ül ulema merhum Nişancı Mevlâna Cafer Bahçesi Hendeği’ne ve andan Atıcılar Tekkesi kurbünde burunda olan İncir Ağacı’na ve andan mezkûr Sivrikoz Çardağı yeri karşusunda olan tarik-i amme müntehi bulunub…” ifadeleri ile Okmeydanı’nın kapsadığı alan tarif edilmiştir. 1522 yılına ait bu tarifi Halim Baki Kunter daha anlaşılır kılmaktadır. Halim Baki Kunter’e göre Okmeydanı’nın sınırları, Kulaksız Mahallesi evlerinin bittiği yerden başlayarak, Aynalı Kavak Kasrı’na doğru devam eden alanı kapsamakta ve Hasköy’ün kenar mahallelerini takip ederek Sütlüce üzerine kadar uzanmaktaydı. Öte yandan meydanın sınırları Darülacezinin bulunduğu yere doğru bir alana sahip olmakla oradan da Baruthane Deresi’ne kadar inmektedir. Buradan Piyalepaşa Camii civarına kadar varan sınırlar oradan da Sinan Paşa Camii’nin bulunduğu yere kadar varmaktadır. Bu kadar geniş bir alanı kapsayan Okmeydanı aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde izah edilecek olduğu üzere günümüze yaklaştıkça sınır tecavüzleri neticesinde giderek daha az alanı kapsar bir hale gelecektir.

Image

Okmeydanı’nın Kullanım Alanları


İstanbul Okmeydanı okçuluğa tahsis edilmiş bir alandır. Fatih Sultan Mehmed’in fermanında belirttiği üzere, bu vasfının yanında bir de dua alanı olma özelliğine sahiptir. Müslümanların toplu halde dua edebilmesi için tahsis edilen bu yerde belirtildiği üzere bir minber bulunmaktadır. Özellikle kutsal gün ve gecelerde müslümanlar ibadetlerini bu mekânda yerine getirdiği anlaşılmaktadır. Bunun yanında arşiv belgelerinde ve seyahatname notlarında da kıtlık yaşandığı dönemlerde yağmur dualarının burada yapıldığı ve ordu seferde iken, ordunun muzafferiyeti için müslümanların toplanıp burada dua ettiği belirtilmektedir. Bunun yanında Okmeydanı’nın kapsadığı alan bakımından oldukça geniş olmasından dolayı çeşitli törenlerin, şehzadelerin sünnet merasimlerinin burada yapıldığı ve İstanbul halkının yılın belirli dönemlerinde ok atışının olmadığı sahaları sayfiye yeri olarak kullanıldığı kaynaklarda belirtilmektedir. Okmeydanı’nda düzenlenen sünnet törenlerinin en meşhuru Sultan III. Ahmed döneminde gerçekleşmiştir. Sünnet olma çağına ermiş olan şehzadeler için düğün yeri olarak Okmeydanı seçilmiş ve on beş gün boyunca birçok eğlence tertip edilerek kutlamalar yapılmıştır. Bu kutlamaların hazırlık sürecinde Okçular Tekkesi’nin tamire muhtaç yerleri de onarılarak tamir edilmiştir. On beş gün boyunca devam eden törenler sırasında Surname yazarı Vehbi’nin deyimiyle Okmeydanı mahşer alanına dönerken, Okmeydanı’nın her yerinde halka beş on bin tabla pilav ve zerde ikram edilmiş, zengin düşkün, genç yaşlı herkes padişahın nimetiyle karnını doyurmuştur. Kutlamalara İstanbul halkının ekseriyeti katılırken, İstanbul’da bulunan yabancı ülke elçileri de padişahın izni alınarak katılım sağlamışlardır. Tüm bunlarla beraber Okmeydanı’nın okçuluk faaliyetlerinin sürdürüldüğü bir alan olmanın da ilerisinde, belirli dönemlerde halkın katılım sağlayabildiği, törensel, kültürel ve dini-manevi cepheleri bulunan bir yaşam alanı olduğu anlaşılmaktadır.

Image

İstanbul Okçular Tekkesi


İstanbul’un fethine müteakip Fatih Sultan Mehmed tarafından vakfedilen Okmeydanı alanının üzerine II. Bayezid zamanında bir tekke inşa edilerek Okçular Tekkesi oluşturulmuştur. Okçular Tekkesi’ni oluşturacak olan mescid, hünkâr kökü, şeyh ve kemankeş odaları gibi yapıların inşasından evvel kemankeşlerin bu yapıların inşa edileceği alanda, ok atışları yaparlarken kullandıkları bir çardaktan bahsedilmektedir. Bu konuda en erken kayıtlar 16. yüzyılın sonlarına tekabül etmektedir. Zaman olarak aynı döneme denk gelen Gelibolulu Mustafa Ali’nin aktardıkları Okmeydanı’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından okçulara vakfedildiğinden bahisle tekkenin Vezir İskender Paşa tarafından inşa edildiğine yöneliktir. Okçular Tekkesi’nden ziyade Okmeydanı’na yapılan sınır tecavüzlerine yönelik olan daha önceki ferman ve berat gibi kayıtlarda böyle bir ifade olmasa da tekke 1546 Vakıf Tahrir Defteri ve 1600 Vakıf Tahrir Defterinde İskender Paşa Vakfı içerisinde belirtilmektedir. Tekkenin İskender Paşa ile bağlantısı ise en açık bir şekilde Gelibolulu Mustafa Ali tarafından açıklanmaktadır. Buna göre Okmeydanı Fatih Sultan Mehmed tarafından okçulara vakfedilmesinden sonra Okmeydanı’nın hemen yakınındaki bir araziye sahip olduğunu anladığımız İskender Paşa, okçuların orada bulunmalarından dolayı rahatsız olmuş ve okçuların çardağını yıktırmıştır. Fakat daha sonra okçular meydanda ok atışı yaparken yemeklerinden İskender Paşa’ya da ikram etmeleri üzerine, yaptığından pişman olan paşa, burada bir tekke inşa etmiştir. Gelibolu’nun anlattığı bu inşa hikayesinin, diğer kaynaklarla da karşılaştırıldığında doğruluk payının yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Zira İskender Paşa’nın Okmeydanı’na sınır bir arazisinin ve muhtemelen bu arazinin üzerinde yaz aylarında kalmak için inşa ettiği bir köşkü bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca kemankeşlerin ruz-i kasım ve ruz-i hızır arasında, yani yaz aylarında ok atışı yaptığı düşünüldüğünde, bu atışların İskender Paşa’nın dinlenme amacıyla Okmeydanı’ndaki yerine gittiği vakitlere denk gelmiş olma ihtimalinden hareketle ok atışlarından rahatsız olup, kemankeşlerin çardağını yıktırdığı görüşü de bu noktada dayanak bulmaktadır. Bunun yanında Sultan II. Bayezid zamanında Okmeydanı’nın genişletildiği bilgisi de hesaba katıldığında İskender Paşa’nın kendi arazisinin tamamını veya bir kısmını Okmeydanı’na verdiği anlaşılmaktadır. Önce bir mescid ardında da diğer yapılar inşa edilerek bir kompleks haline getirilen Okçular Tekkesi’ne Gelibolulu Mustafa Ali’nin ifade ettiğine göre Şeyh Mahmud Dede zaviyedar olarak atanmış, Mahmud Dede’nin vefatından sonra Hamza Dede tekkeye zaviyedar olmuştur. Bu kişilerden sonra Sultan II. Bayezid’in büyük teveccüh gösterdiği, aynı zamanda hem iyi bir okçu hem de hattat olan Şeyh Hamdullah’ın Okçular Tekkesi’ne şeyh olarak atandığı bilinmektedir. Şeyh Hamdullah’ın H. 911/M.1505 yılında yaklaşık 730 metre mesafeye attığı menzil atışından sonra diktiği menzil taşı hâlâ Okçular Tekkesi’nde muhafaza edilip, sergilenmektedir.

Image


Okçular Tekkesi, sadece okçuluğa yönelik kurumsal bir yapıyı ihtiva etmesi açısında oldukça önemlidir. Bugünkü manada bir spor kulübü gibi çalışan tekke, gerçekte Türk-İslam kültür birikiminin okçulukta birleşmesi neticesinde ortaya çıkmış tarihi-kültürel birçok ritüeli içerisinde barındırmaktadır. Bir vakfa bağlı oluşu, idarecisinin şeyh olarak adlandırılması, ok ve yaya kutsal birer eşya olarak bakılması, atışların dua ile başlaması, padişah, zengin, fakir, büyük, küçük bir sınıf ayrımı gözetmeksizin ahlaklı ve salih kimselerden olması şartıyla herkesin meydana kabul edilmesi Okmeydanı’nı ve Okçular Tekkesi’ni kültürel-dini, derin bir birikimin tam ortasına konumlandırmaktadır. Okçuluğun hem icra edildiği hem de idare edildiği yer olan Okçular Tekkesi ve Okmeydanı, İslami yaşantının her cephesiyle sirayet ettiği bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Okçuluğun teknik kuralları bir yana, tekke işlerinin yürütülmesi ve kemankeşlerin atışlarını belirli bir adap ve düzene göre yapmasını içeren, 17. yüzyılın sonlarına doğru Kâtip Abdullah Efendi tarafından yazıya dökülmüş atıcılar kanunnamesiyle belirli bir kurala bağlandığı anlaşılmaktadır. Kanuname-i Rumat metninde üzerinde durulan en önemli hususlar da yine meydanın kutsiyeti ve meydan mensuplarının bu kutsiyete göre hareket etmesi gerekliliğidir. Abdestsiz girilemeyen meydanda dolayısı ile abdestsiz atış yapmak da yapılmaması gereken büyük bir yanlışlıktır. Hz. Muhammed’in (s.a.v) “okun atıldığı yerden düştüğü yer arası cennetten bir bahçedir” Hadis-i Şerifi gereğince kutsal sayılan meydana hürmet gösterilmesi gerekmektedir. Kâtip Abdullah Efendi, bu Hadis-i Şerif’ten hareketle eskilerin meydan hududuna geldiklerinde ayakkabılarını çıkararak meydana giriş yaptıklarını belirtmektedir. Ayrıca Tekke içine at bağlanmamasına dair padişah fermanının bulunduğuna dikkat çeken Kâtip Abdullah Efendi, meydana ve tekkeye gelenlerin bu kurallara riayet etmesini meydanın kanun-i kadimi olarak ifade etmektedir. Meydan gelenekleri arasında kemankeşlerin ve tekke mensuplarının salih, kibir taşımayan, ahlaklı kişilerden olması şartı bulunmaktadır. Özellikle rekabeti de içerisinde barından okçuluğun adaletli bir şekilde icra edilmesi gerektiğinden dolayı kemankeşlere sosyal kimliğine bakılmaksızın muamele edilmesi gerekmekteydi. Bu konuda Kâtip Abdullah Efendi birçok örnek vererek, kemankeşlerin kibirlenmeden, mertçe, meydan kurallarının zerre dışına çıkmadan atış yapması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu ahlaki gerekliliklerin yanında meydanın içerisinde bir ahi geleneği olan tecrübeli kişilere hürmet gösterilmesi fikrinin ortaya çıkardığı bir hiyerarşiden de bahsedilebilir. Bu hiyerarşi meydanın idaresinden sorumlu şeyh, onun etrafında hâlelenen görevliler ve tecrübeli atıcılar ile okçuluğa yeni başlayanların arasındaki farkı belirtmektedir. Bu farkın dışında hiçbir olumsuz ayrımın olmadığını, Kâtip Abdullah Efendi, Kanunname-i Rumat’ta alıntı yaptığı Sultan IV. Murat’ın “burası er meydanıdır burada şah ü geda birdir” sözü ile belirtmektedir.

Image

Şüphesiz, okçuluğun Okçular Tekkesi gibi kurumsal bir yapı ile temsil edilmesi Türk toplumunun hem kültürel birikimlerinin bir neticesi hem de İslam dinin okçuluğa verdiği önemin bir göstergesi olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda meydanın hem örfi ve hem de İslami altyapı ile oluşturulmuş olan kurallar hafızasının altında da bu kültürel-dini birikim yatmaktadır. Bu sebeple, Osmanlı okçuluğuna dair nerdeyse her risalede okçuların piri olarak Sa’d bin Ebi Vakkas belirtilirken, ok ve yaya cennetten çıkarıldığına dair bir kutsiyet yüklenmiş ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in birçok hadis-i şerifinde okçuluğu tavsiye etmesinden dolayı, okçuluk ve onunla bağlantılı öğelerin her biri kutsallık kazanmıştır. Okçuluğun icra edildiği bir mekân olarak ok meydanları ve onların kurumsal yapısı olarak Okçular Tekkesi gibi oluşumların da bu kutsallık bağlamında her ayrıntısında İslami öğeleri içerisinde barındırması kaçınılmaz olmuştur.

Image

Okçular Tekkesi’nin Bina ve Tesisleri

Okçular Tekkesi, içerisinde bulunan yapılar bakımından da dikkat çekicidir. Bir tekkeden daha çok günümüzdeki spor komplekslerinin içerisinde bulunan tüm gerekli bölümlere sahip yapılar birleşiminden oluşan tekkenin en önemli kısımlarından birisi şüphesiz etrafını, hünkâr köşkü, şeyh odası, meşk odaları gibi yapıların sardığı Okçular Tekkesi Mescidi’dir. Aynı zamanda tekkenin de bânisi olan İskender Paşa tarafından inşa ettirildiği Bahtiyarzâde ve Gelibolulu Mustafa Ali’nin kayıtlarından anlaşılmaktadır. Kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla mescidin ilk yapıldığı dönemde minaresi yoktur. Minarenin daha sonraki bir dönemde, 1770 yılında Kazasker Muhzırı Hacı Ebubekir Ağa’nın yaptırdığı belirtilmektedir. Mescit ile alakalı olarak gerek arşiv vesikaları ve gerekse de dönemin müşahitlerinin kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla zaman zaman doğal afetlerden etkilendiği, belirli yerlerinin zarar gördüğü ve tamir edildiği anlaşılmaktadır. Bu anlamda, 2013 yılında yeniden inşa edilene kadar, mescidin sadece minaresinin bir kısmının varlığından söz edilmektedir. Mescid haricinde tekkeyi oluşturan yapılar içerisinde padişahın belirli zamanlarda, davetlerde, sünnet düğünü törenlerinde ve hususi olarak ok atmak ve bunun yanında tîrendâzların kabza alma törenlerine iştirak etmek maksadıyla tekkeyi ziyaret ettiği zamanlarda konakladığı hünkâr mahfili ve bir manada tekkenin yöneticisi konumunda bulunan meydan şeyhinin odası bulunmaktadır. Halim Baki Kunter’in ifadesine göre bu yapılar arasında meydan şeyhinin odasından başka kemankeşlerin toplanıp oturduğu “meydan odası” olarak isimlendirilen bir de geniş bir salon yer almaktadır. Bunun yanında tekkenin bir de mutfağı bulunmaktadır. Arşiv vesikalarından, yılın belirli dönemlerinde bu mutfakta pişirilecek yemekler için tekke mutfağına Hazine-i Hassa’nın masraflarını karşıladığı gıda takviyelerinin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu mutfakta pişirilen yemekler, yılın Hıdırellez ile Kasım ayları arasında her hafta pazartesi ve perşembe günleri yapılan meydan toplantılarında hazır bulunanlara sunulmaktadır. Bu yapıların yanında Ünsal Yücel’in tekkenin hemen bitişiğinde olarak belirttiği Fatih Sultan Mehmed devri şeyhlerinden ve meydan pirlerinden Edirneli Kovacı Ali Dede’nin açtığı bir su kuyusu bulunmaktadır. Tekke yapıları içerisinde bulunan önemli yapılardan biri de hiç şüphesiz Okmeydanı Namazgâhı’dır. İstanbul kuşatması sırasında yapıldığı anlaşılan bu namazgahın, 1626 senesinde Gürcü Mehmed Paşa tarafından tamir edildiği ve kitabe ile mermer korkuluk eklendiği anlaşılmaktadır. Kitabenin Osmanlı Türkçesi ve transkripsiyonu aşağıdaki gibidir:

Image

Okçular Tekkesi’nin Yönetimi ve Sorumluları

Tüm bu yapı birlikteliğinin oluşturduğu Okçular Tekkesi’nde, düzenin sağlanması ve işlerin yürütülmesi için görevlendirilmiş birçok tekke görevlisinden bahsedilebilir. Tekkeyi yöneten kişi olması bakımından en önemli görevlinin meydan şeyhidir. “Şeyhü’l-meydan”, Şeyhü’l-kemankeşân”, “Şeyh ve Reis’ül-tirendezân”, “Okçular Şeyhi”, “Atıcılar Şeyhi” gibi unvanlar ile anılan bu kişi padişahın onayı alınarak ve atamasının gerçekleştiğine dair bir berat tertip edilerek Okçular Tekkesi’nin reisliğine getirildiği anlaşılmaktadır. Kaynakların belirttiğine göre Okçular Tekkesi’nin ilk şeyhi yukarıda da ifade edildiği gibi, Mahmud Dede’dir. Bu kişiden sonra Hamza Dede şeyhliğe getirilmiştir. Bu kişilerden sonra aynı zamanda iyi de bir hattat olan Şeyh Hamdullah (vefat, 1520) şeyh olmuştur. II. Bâyezid dönemi ünlü kemankeş ve hattatlarından olan Şeyh Hamdullah, 1505 yılında Yıldız havasında attığı okuyla 1105.5 gezlik bir rekor kırmış ve adına bu başarıyı elde ettiğine dair taş diktirmiştir. Bu rekoruna rağmen okçuluğun uzun soluklu bir uğraş olduğunu vurgularcasına, bu başarısı ona hatırlatıldığında “güzel yazı yazmak ile ok atmak ferâce giymek gibidir; yazıda feraceyi tam giydim. Fakat ok atmada ferâceye tam nâil olamadım, ancak eteğine yapışabildim” dediği aktarılmaktadır. Şeyh Hamdullah’tan itibaren en son şeyh Mustafa Mutî Efendi’ye kadar birçok kişi meydan şeyhliği görevini deruhte etmiştir. Bunlardan Uncu Şucâ, Hacı Süleyman, İmam Mehmed Efendi, Halil Efendi gibi isimler örnek olarak verilebilir. Okçular Tekkesinin son şeyhi Mutî Efendi ise 1904 yılında meydan şeyhi olmuş, onun 1912 yılında ölümünün ardından tekkeye bir daha şeyh ataması yapılmamıştır.

Image

Okçular Tekkesi belirtildiği üzere bir meydan şeyhi tarafından yönetilmekteydi. Meydan Şeyhinin dışında, onun başkanlığında bulunduğu bir heyetin varlığından da bahsedilebilir. Tekkenin faaliyetleri bu heyet tarafından yürütülmektedir. Bu heyet ise meydan şeyhinin ardından eskilik sırasına göre şu şekilde bir silsileyle ifade edilebilir: meydan şeyhinin sağdan birinci sırada şeyhü’l-menâzil fi’l-meydan (menziller şeyhi), sağdan ikinci, şeyh-i mütevelli-i akça-yı vakf-ı nukud (vakfın mütevellisi) onun altında ise menzil sahipleri ile ihtiyarlar bulunmaktadır. Şeyh çoğu zaman bu kişilerden seçilmektedir. Kabza alan kemankeşler, yani talib-i menziller kıdem sırasıyla solda otururlar, menzil alınca sağda dümene geçerlerdi. Meydanın diğer görevlileri ise şunlardır: tekkenin hukuki işlerinden sorumlu meydan kadısı; devamlı olarak tekkede kalan, bina ve tekkede bulunan eşyaların muhafazasından sorumlu tekke-nişîn; vekilharç ve yazıcı olarak şeyhe yardım eden meydan nakibi; Yeniçeri ağasına bağlı olan ve onun tarafından ataması yapılan, meydanın güvenliğinden sorumlu korucular; atış sırasında hava yerinde durarak okun düştüğü yeri ve rekorları haber veren havacılar ile tekke mescidinin imamı olan meydan imamı. Tüm bu görevlilerin yanında şüphesiz Okçular Tekkesi’nin en önemli sakinleri ok talimi için tekkeye gelip giden tirendazlardır. Tâlib-i kabza da denilen bu kişilerin okçulukta maharet kazanması için kendisine bir rehber edinmesi ve ilk talime başladığı andan itibaren sabırla, idmanları aksatmadan kendisini geliştirmesi öğütlenmektedir. Okçu namzedi ilk idmana, ismine “kepaze” denilen gevşek bir yay ile başlamakta ve okçulukta meleke kesbettikçe daha güçlü yaylarla çalışmalarına devam etmektedir. Talib-i kabza, bu çalışmalarından sonra 900 gezlik (1 gez 60,74 cm, kimi kayıtlara göre ise 66 cm olarak ifade edilmektedir.) mesafeye ok atmayı başarırsa kendisine kabza alma töreni düzenlenerek ismi okçular sicil defterine yazılır ve “kabza sahibi kemankeş” statüsüne kavuşurdu. Okçuluk literatüründe oldukça önemli bir ritüel olan kabza alma töreni, şüphesiz 900 gez atış yaparak bu törene erişmek isteyen kabza talibinin hayallerini süsleyen bir durumdur. Kabaca kabza alma töreni, meydan şeyhinin duaları ile başlayan kabza talipleri ile meydan şeyhinin arasında geçen bir dizi mânâlı diyalogdan oluşan ve en nihayetinde meydan şeyhinin, kabza almaya hak kazanan tir-endâzlara yaptığı belirli nasihatlerle son bulan bir törendir. Bu tören sonrasında artık kabza sahibi bir okçu olan kişiye, “yayın kabzasına abdestsiz yapışmaması, onu ehil olmayanlara ve serkeşe teslîm etmemesi ve öğretmemesi, eti yenmez kuşa ve sair hayvana özürsüz atmaması, gözü görmediği yere atmaması, atışa besmele ve salât-ü selâm ile başlaması” gibi nasihatlerde bulunulurdu.

Image

Okçular Tekkesi’nin Son Yılları ve Yeniden İhya Edilmesi

Fatih Sultan Mehmed Han’dan itibaren Osmanlı padişahlarının okçuluğa ve Okmeydanı’na ilgisiz kaldığı en azından II. Mahmud dönemine kadar söylenemez. Fakat Osmanlı padişahları ve devlet ricali nezdinde II. Mahmud sonrası, takriben 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren okçuluk ile Okmeydanı ve bunlarla bağlantılı olan kültürel bağlam da yavaş yavaş gözden düşmeye ve daha önemsiz bir vaziyete doğru sürüklenmeye başlamıştır. Bu bağlamda okçuluğun unutulmaması ve gelecek nesillere aktarılmasının sağlanması durumunu tehlikede gören II. Mahmud’un Okçular Tekkesi’nin tamir edilmesini sağlaması ve okçulukla alakalı risalelerin neşredilmesi için teşviklerde bulunması oldukça dikkate değerdir. Bir ölçüde asırlar boyunca oluşmaya devam etmiş Okmeydanı Okçular Tekkesi’nin o dönemki durumunun bilinmesi ve okçuluk kültürünün günümüze aktarılmasında sultan II. Mahmud’un büyük katkılarının olduğu söylenebilir. II. Mahmud dönemi sonrasında ise padişahlar ve devlet adamları tarafından eskisi gibi önemsenmeyen Okmeydanı Okçular Tekkesi, bir süre daha varlığına devam etmiş, fakat tekkenin yapıları tamir görmediğinden dolayı özellikle yaşanan doğal afetler sonrasında giderek birer harabe haline gelmiştir. Bu anlamda 1894 yılında yaşanan büyük İstanbul depreminde tekkenin çok hasar aldığı ve içerisinde okçuluk faaliyetlerinin yürütülmesine imkân kalmadığı belirtilmektedir. 20. yüzyılın başlarında ise Okçular Tekkesi’nin durumu bakımsızlık ve destek yoksunluğundan dolayı iyi görünmemektedir. 1905 yılında tekkenin durumunu yerinde kontrol ettiğini belirten Selim Sırrı’nın ifadesine göre tekkenin duvarları kısmen yıkık vaziyettedir. Mescid duvarlarının ise tamamıyla çökmediğini belirten Selim Sırrı, mihrabın üzerinde Şeyh Galib’in meşhur “ne heva ne keman ne kemankeş ancak/Erdirir menziline tiri nida-yı ya hakk” beytinin yer aldığını ifade etmektedir Ayrıca Balkanlar’dan gelen muhacirlerin bu bölgelere yerleştirilmesi sebebiyle Okmeydanı’nın kapsadığı alan da muhtemelen daralmıştır. Fakat bununla beraber duyarlı kişilerin, bu işgal faaliyetlerine dikkat çekip bu durumu engellemeye çalıştıkları da söylenebilir. 1922 yılına ait bir belgede, Okmeydanı’nın yakınında oturan bazı duyarlı kişiler, bu arazinin bir tarlaya veya aslına aykırı bir vasfa dönüştürülmemesi veya insanların buraya yerleştirilmemesi, aslı gibi muhafaza edilmesi gerektiğini bildirdikleri anlaşılmaktadır. 1930’lu yıllarda ise Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde bulunan belgelerden hareketle, muhtemelen sınırlarına yapılan müdahaleleri engellemek için Vakıflar Arşivi’nden Okmeydanı’nın sınırlarının tespiti için belgeler ve Fatih Sultan Mehmed’in Okmeydanı’na dair fermanı ile vakfiyesinin talep edildiği anlaşılmaktadır. Bu anlamda 1930’lu yılların başında da Okmeydanı’nın vaziyetinin düzeltilmesi adına çeşitli adımların atıldığı söylenebilir. Fakat bir türlü Okmeydanı’nı eski günlerine geri getirecek güçlü bir adım Cumhuriyet Tarihi boyunca atılamamıştır. 1930’lu ve özellikle de 1940’lı yıllarda çekilen fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla Okmeydanı Okçular Tekkesi’nin yukarıda ifade ettiğimiz yapılar kompozisyonundan geriye sadece mescidin yarım minaresi ve namazgahın hasarlı olduğu görülen minberi kalmıştır.

Image

Köylerden kentlere göçün şehirdeki bir yansıması olarak gecekondu yapılaşmasının henüz başlamadığı 1940’lı yıllarda en azından menzil taşlarının, günümüzde elimizde bulunandan sayıca daha fazla olduğu düşünülse de özellikle 1950’lerde başlayan, 1980’lerde ise önlenemez bir hızla yaşanan Anadolu’dan İstanbul’a göç, Okmeydanı’nın nerdeyse tamamının yok olmasına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucunda ise meydanın muhtelif yerlerinde bulunan menzil ve ayak taşlarının birçoğu da yok olmuştur. Öte yandan, Okmeydanı Okçular Tekkesi’nin önlenemez akıbeti ile alakalı vaziyet devam etse de Okmeydanı’nı yeniden ihyâ etmeye çalışan, Vakkas Okatan, Necmettin Okyay, Bahir Özok ve Kemal Gürses gibi isimler en azından okçuluğun unutulmaması için çalışmalar yaptıkları ve bir spor kulübü kurarak okçuluğu yeni nesillere aktarmaya çalıştıkları söylenebilir. Bu bağlamda Mustafa Kemal Paşa’nın da bilgisi dâhilinde ve destekleri sağlanarak 1938 yılında Beyoğlu’nda dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Şubesi’nin üst katında Okspor Kurumu kurulmuştur. Yukarıda adı geçen okçu kişilerin okçuluğa ilgi duyan gençlere okçuluk öğrettiğini anladığımız bu spor kurumunda, okçuluğa dair bir müzenin de oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Halim Baki Kunter’in belirttiğine göre, okçuluğa dair kaynakların toplanması ve bu kaynakların yayımlanmasının da bu spor kurumu tarafından hedeflendiği anlaşılmaktadır. Okspor kulübünün idmanlarını Okmeydanı harabe halinde olduğu için burada yapamadıkları, bunun yerine Beşiktaş Jimnastik Kulübünün Dolmabahçe’deki stadında talimlerine devam ettiklerine dair bilgiler ve fotoğraflar bulunmaktadır. Tüm olumsuz şartlara rağmen bir şekilde ayakta durmaya çalışan Okspor Kurumunun, birçok okçu yetiştirmeye muvaffak olduğu söylenebilir. Halim Baki Kunter’in belirttiğine göre, dönemin ünlü okçuları arasında Adnan Evrenosoğlu, Tarık Karabulat, Aydın Erkmen, Necati Caner, Şahika Or ve Betül Or gibi isimler bulunmaktadır. Fakat Okspor Kurumu’nun çok uzun ömürlü olduğu söylenemez. Kuruluşunun ardından kısa bir süre sonra kurum çeşitli sebeplerden dolayı ortadan kaybolmuştur. Daha sonraki süreç ile ilgili Türkiye’de okçuluğun gelişme gösterdiğine dair bir yorum yapmak neredeyse imkânsızdır. 2000’li yıllarda ise Okmeydanı ve Okçuluğun yeniden ihyasına yönelik çeşitli ve oldukça ciddi adımların atıldığı söylenebilir. Bu bağlamda 2005 yılında Okçular Tekkesi’nin gecekondular tarafından işgal altında bulunan bir kısmının, bu gecekonduların yıkılması suretiyle koruma altına alınması sağlanmıştır. 2007 yılında ise Okçular Vakfı ve Dr. Mimar Sinan Genim önderliğinde tekkenin mevcut rölöveler ve belgeler ışığında bir restitüsyon projesi hazırlanmıştır. Bu projenin hayata geçirilmesi suretiyle 2013 yılında Okçular Tekkesi yine aslına uygun bir şekilde faaliyetlerine başlamıştır. Kurulduğu ilk günden itibaren birçok anlamda geleneksel Türk okçuluğunun hem yurt içinde hem de yurt dışında bilinirliğine katkı sağlayan Okçular Vakfı bünyesinde yüzlerce okçu yetişmiş ve yetişmeye devam etmektedir.