İstanbul Okmeydanı ve Okçular Tekkesi
Osmanlı devri Türk okçuluğu ise birçok açıdan Türk okçuluğunun zirvesi olarak ifade edilmiştir. Okçuluğun kendi içerisinde kuralları ve ritüelleri ile kurumsal bir hüviyet kazanması da yine bu döneme rastlamaktadır. Esnaf teşkilatından, askeri alanda solak ve kavas gibi özel okçu birliklerine, neredeyse her şehirde bulunan okmeydanlarına kadar her alanda kurumsal bir yapıyı temsil eden Osmanlı devri Türk okçuluğunun kurumsal anlamda en somut yapısı İstanbul Okmeydanı Okçular Tekkesi’dir. İstanbul’un fethi sonrasında Fatih Sultan Mehmed tarafından okçulara tahsis edilen Okmeydanı’nda kurulmuş Okçular Tekkesi, Türklerin asırlardır süregelen okçuluğa dair birikimlerinin üzerine inşa edilmiştir.
İstanbul Okmeydanı ve onun üzerinde kurulan Okçular Tekkesi, imparatorluğun diğer şehirlerinde yer alan okmeydanlarından kurumsal yapısı, menzil sayısı, ritüelleri ve sürekliği gibi birçok açıdan farklı olmasıyla beraber Türk spor ve kültür tarihinde ayrı bir yere sahiptir. İstanbul Okmeydanı’nın ve Okçular Tekkesi’nin bu ayrıcı vasıflarının oluşmasında hiç şüphesiz İstanbul’un, imparatorluğun yıkılışına kadar muhafaza ettiği payitaht olma özelliğinin büyük etkisi olmuştur. Yukarıda da zikredildiği üzere İstanbul’un fethinden önce başşehir olan Edirne’deki neredeyse bütün kemankeşler ile okçu ve yaycı esnafları İstanbul’a yerleşmiş ve hünerlerini burada sergilemişlerdir. Diğer taraftan İstanbul Okmeydanı ve Okçular Tekkesi, İstanbul’un fethi ile beraber II. Mehmed döneminde daha bir kurumsallığı sağlanan devlet siteminin bir neticesi olarak diğer şehirlerdeki benzer oluşumlara nazaran daha bir kurumsal yapıya kavuşmuştur. Bu kurumsallık okçuluğa dair derin bir kültürün oluşumunu ve muhafazasını sağlarken Okçular Tekkesi’nin nerdeyse imparatorluğun sonuna kadar yaşamasını da sağlamıştır. Bununla beraber ilerleyen satırlarda daha ayrıntılı bir şekilde ifade edilecek olduğu üzere, payitahtta bulunuyor olması, padişahlar ve devlet ricali tarafından destekleniyor olması Okmeydanı ve Okçular Tekkesi’nin hiçbir taarruza muhatap olmadığı, zaman zaman faaliyetlerinin durmadığı ve yok olmanın eşiğine hiç gelmediği anlamına gelmemektedir.
İstanbul Okmeydanı’nın ve daha sonra kurulan Okçular Tekkesi’nin tarihi, kaynaklarda zikredildiği gibi İstanbul’un fethi ile başlamaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethine müteakip Okmeydanı arazisini okçulara vakfettiği bilgisi nerdeyse İstanbul Okmeydanı ile alakalı tüm kaynaklarda ve günümüzde yapılmış akademik-popüler çalışmalarda değinilen bir husustur. Fetih ile beraber İstanbul’da kurulan ilk vakıflardan olan İstanbul Okmeydanı, birçok kaynakta geçtiği üzere Fatih Sultan Mehmed tarafından bir ferman ile okçulara atış talimi ve müslümanların topluca dua edebilmesi için vakfedilmiştir. Halim Baki Kunter ve Türk okçuluk tarihi için oldukça önemli bir eser neşretmiş olan Ünsal Yücel, Fatih Sultan Mehmed’in bu alanı mezkûr amaçlara yönelik olarak vakfetmesinde ulemadan ve gazilerden gelen ricanın etkili olduğunu belirtmektedirler. Zira Ünsal Yücel, İstanbul’un fethi sırasında Sultan II. Mehmed’in otağını belirli bir müddet bu alana taşıdığını ve fetihten sonra bu alanda olan askerlere üç gün üç gece ziyafet verdiğini, bu sırada da gazilere bu alanın hangi amaçlar için kullanılması gerektiğini sorduğu ve neticede gaziler ve başta Akşemseddin olmak üzere ulemanın da okçulara tahsis edilmesini söylediğini belirtmektedir. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed’in bu alanı okçulara vakfettiği hem Ünsal Yücel’de hem de diğer çalışmalarda sıkça zikredilen bir husustur. Fakat her ne kadar Fatih Sultan Mehmed’in bu alanı okçulara vakfettiği doğru ise de vakfediliş hikayesi konusu tartışmaya açıktır. Özellikle 17. yüzyılın sonlarından itibaren oluşturulan Okmeydanı’na yönelik metinlere, Fatih Sultan Mehmed’e fethin Okmeydanı’nda müyesser olduğu ve bundan dolayı bu alanı okçulara vakfettiği bilgisinin eklendiği anlaşılmaktadır.
İstanbul kuşatması sırasında, Galata sırtları diye tarif edilen, yani Okmeydanı arazisinde Zağanos Paşa kuvvetlerinin bulunduğu bilinmektedir. II. Mehmet’in fetih için Maltepe ve Belgratkapısı hizasında bulunan otağına ilaveten topografik özelliklerinden dolayı Okmeydanı’nda bir otağ kurduğu belirtilmektedir. Sultanın buraya bu vesile ile gelmiş olduğu düşünülse de fethin burada müyesser olduğu bilgisi tartışmaya açıktır. Zira Osmanlı kronikleri ve devrin Bizans kaynakları Osmanlı kuvvetlerinin Edirnekapısı-Topkapısı civarından şehre girdiği, bu sırada II. Mehmed’in de burada olduğu konusundan ittifak halindedir. Bunun yanında yukarıda da ifade edildiği üzere Galata sırtlarında, Osmanlı birliklerinin kumandanı Zağanos Paşa iken, merkez ordu yani padişahın da içerisinde bulunan birlikler Maltepe’de konuşlanmıştır. Fethin gerçekleştiği son harekat da işte bu alanda padişahın da bizzat yönettiği kuşatma olmuş, hatta son gün surda açılan gediklerden Osmanlı birlikleri şehre doğru girerken II. Mehmed’in öne atılarak surların dibine kadar geldiği ve askerilerine destek olduğu belirtilmektedir. II. Mehmed’in Edirnekapısı veya Topkapısı’nda olduğu kaynaklarda açık bir şekilde belirtilmiş olmasına rağmen, mesele Okmeydanı olduğunda bazı kaynaklar, özellikle okçuluk risaleleri; fethin II. Mehmed Okmeydanı’ndayken gerçekleştiğini belirtmektedirler. Bu risaleler ve bazı arşiv belgeleri ise genel olarak Okmeydanı’na artan tecavüzler sonrasında kaleme alınan en erken 17. yüzyılın sonlarına tarihlenen, 18. yüzyılın başlarında ve daha sonraki dönemlerde kaleme alınan kaynaklar olması dikkat çekicidir. Fethin Okmeydanı’ndan gerçekleştiğine dair en erken kayıt 1692 tarihli bir mühimme kaydıdır. Bu tarihte yaycı ve okçu esnafının Okmeydanı’nı işgal etmelerinden dolayı meydanda bulunan tirendaz taifesinin meydana yönelik hakları ortadan kalkmış ve meydanı işgal eden kişiler, kendi istekleri dışındakilere ok atışı yaptırmamış ve menzil atışlarına müsaade göstermemişlerdir. Bunun üzerine Okmeydanı’nda bulunan tirendazların şikayetinden dolayı saraydan bir hüküm çıkartılarak, okçu ve yaycı esnafının Okmeydanı’ndan el çektirilmesi sağlanmıştır. Büyük oranda Kâtip Abdullah Efendi’nin ön ayak olduğu bir girişim sonrasında oluşturulan bu hüküm, Kâtip Abdullah Efendi’nin eserini yazdığı dönemlere rastlamaktadır. Hem 1692 tarihli bu mühimme kaydı hem de Kâtip Abdullah Efendi’nin metni, fethin sultan Okmeydanı’nda bulunuyorken müyesser olduğu bilgisini içeriyor olmasından dolayı birbiriyle örtüşmektedir. Dolayısıyla ekseriyeti 17. yüzyılın sonrasında oluşturulan ve Okmeydanı tehdit altında iken kaleme alınan risaleler ve belgelerle, meydanın meşruiyetini arttırmak maksadı güdülmüş olabileceği akla gelmektedir. Bu sebeple daha evvel hiçbir kayıtta geçmediği anlaşılan fethin II. Mehmed Okmeydanı’ndayken gerçekleştiği bilgisi bu bağlamda Okmeydanı’nın vakfediliş hikayesine daha sonradan eklendiği söylenebilir. Fatih Sultan Mehmed’in fethin gerçekleştiği sırada Okmeydanı’nda olduğunu belirten ilk berat ise yine 1692 yılına ait bu mühimme kaydından sonraki bir tarihte, 1737 tarihli sultan I. Mahmud’un beratıdır. Daha önceki Okmeydanı’na dair fermanlarda ve beratlarda bu tür bir bilgi hiç zikredilmemiştir. Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve III. Mehmet zamanı gibi Okmeydanı’na yönelik daha erken dönemlere ait ferman ve beratlarda geçmeyen bu bilgi sadece I. Mahmud tuğrası ile Okmeydanı sınırlarına yapılan ihlalleri önlemek adına yazılan mezkûr beratta ve yine daha sonraki bir tarihte, Sultan Abdülmecid’in 1849 yılına ait bir fermanında geçmektedir. I. Mahmud tuğralı fermanda Fatih Sultan Mehmed’in Okmeydanı’nda muhasaraya başladığı ve fethin Okmeydanı tarafından gelerek gerçekleştiği belirtilmiştir. Daha geç tarihli olan Abdülmecit tuğralı ferman suretinde ise doğrudan II. Mehmed’in Okmeydanı’nda bulunduğu esnada fethin müyesser olduğu ifade edilmiştir. 1550’li yıllarda yazıldığı bilinen, okçuluk risalelerinin ilklerinden Bahtiyarzâde risalesinde ise bu mesele hiç geçmemektedir. Büyük oranda Okmeydanı’na yönelik bilgileri ondan alıntı yapan Gelibolulu Mustafa Ali ise fethin burada gerçekleştiği konusuna hiç değinmeden, Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra Galata taraflarında bulunan bu sahrayı okçulara tahsis ettiğini belirtmekle iktifa etmektedir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, daha geç dönemde yazılan Katip Abdullah Efendi’nin Tezkire-i Rumat adlı eserinde ise fethin sultanın Okmeydanı’nda bulunduğu sırada gerçekleştiği ve bundan dolayı bu alanı okçulara tahsis ettiği bildirilmektedir. Onu takip eden Vahid Efendi’nin Minhacü’r-Rumat adlı eserde ise son büyük taarruzdan önce Fatih Sultan Mehmed’in Okmeydanı’nda olduğu belirtilmektedir. Tüm bunlarla beraber, 18. yüzyıl öncesi tespit edilebilen hiçbir kayıtta fethin, sultanın Okmeydanı’nda bulunuyorken müyesser olduğu bilgisinin yer almadığı görülmektedir. Dolayısıyla Okmeydanı’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından vakfedilme sürecinin aktarımı 17. yüzyılın sonlarından itibaren böyle bir ekleme yapılarak günümüze kadar geldiği anlaşılmaktadır. Kaynaklarda ifade edilen, Okmeydanı’nın fetih sırasındaki durumu ise muhasara süresince Zağanos Paşa’nın burada birliklerini konumlandırdığı ve burasının bir ordugâh vazifesi gördüğüne yöneliktir. Dolayısıyla burada askeri birlikler bulunmaktaydı ve Okmeydanı, kuşatmanın seyrinin takip edilebileceği hâkim tepelerden birisiydi. Bu sebeplerden dolayı II. Mehmed’in muhasara sırasında buraya gelmiş olabileceği, ordugâh olmasından dolayı burada –kitabesi çok daha geç bir tarihi verse de bugün varlığı muhafaza edilen- bir namazgahın inşa edildiği açık bir şekilde ifade edilebilir. Okmeydanı’nın Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethine müteakip, okçulara tahsis ve vakfettiği konusu ise en erken belgelerden itibaren vurgulanmaktadır. Bu arazinin Fatih Sultan vakfı’na ait oluğuna dair bir vakfiye kaydı veyahut bir ferman bulunmamakla beraber hem II. Bayezid’in fermanı ve bu dönemin diğer kaynakları hem de bu tarihten sonra diğer sultanların ferman ve beratları Okmeydanı’nın Fatih Sultan Mehmet tarafından vakfedildiği ve bu durumu bir ferman aracılığı ile duyurduğu konusunda hemfikirdir. Ferman ve beratlarda belirtilen bu husus mühimme kayıtları ve okçuluk risalelerinde de aynı şekilde zikredilmektedir. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethine müteakip daha önceki Osmanlı şehirlerinde de örneklerine rastladığımız ve yukarıda değindiğimiz gibi, şehrin bir bölümünde, uygun olan bir araziyi Okmeydanı olarak vakfetmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in, günümüze ulaşmayan fakat II. Bayezid dahil Okmeydanı konusunda ferman ve beratı olan tüm padişahlar, Fatih Sultan Mehmed’in fermanından bahsetmektedirler. Bu bilgilere göre sultan İstanbul’un fethinden hemen sonra bu alanı okçuların ok atışı yapabileceği ve müslümanların toplu halde dua edebileceği bir alan olarak vakfetmiştir. Fermanında ise bu alana hiçbir şekilde müdahale olunmaması konusunda, “bağ ve bahçe yapılmaması, mesken inşa edilmemesi, su yolu geçmemesi, mezarlık yapılmaması ve eğer mümkünse üzerinden kuş dahi uçmaması” gibi ifadeler kullandığı anlaşılmaktadır. Daha sonra ise bu alana korucular tayin edilip sınır taşları dikilmiş ve okçular burada ok atışlarına başlamışlardır. Okmeydanı’nın Sınırları Her dönem sınır tecavüzlerine muhatap olması bakımından Okmeydanı’nın hudutları meselesi, vakfedildiği ilk zamanlardan itibaren sürekli gündeme geldiği anlaşılmaktadır. Bu durum da Okmeydanı’nın tam olarak neresi olduğu tartışmasını ortaya çıkarmış, neredeyse her sınır ihlali sonrasında gerek ferman ve beratlarda ve gerekse de mühimme kayıtlarında okmeydanının sınırları belirtilerek, bunun önlenmesi amaçlanmıştır. Kâtip Abdullah Efendi, 17. yüzyılın sonlarında Okmeydanı’nın kapsadığı alanı etrafını adım adım gezerek tafsilatlı bir şekilde anlatmaktadır. Kâtip Abdullah Efendi, yerinde yapmış olduğu hesaplamalar neticesinde meydanın toplamda ortalama sekizbin yüzelli gezlik bir alana sahip olduğunu belirtmektedir. Meydanın sahip olduğu alanı gösteren en eski kayıtlardan biri ise 1522 yılında Kanuni Sultan Sülmeyman’ın meydana yönelik artan tecavüzleri önlemek amacıyla kaleme alınan fermanıdır. Bu fermanda, “Sur-i Koztadayı(?) yerinden şimal tarafına doğru büyük böğürtlene ve andan İncirli Bozuluktan Karagöz Ağa ile Galata Kadısı dedikleri taşlara varınca ve andan Poyraz Menzili kurbuna Manol nam kafirin bağı köşesine ve andan Büyük Karlıktan Çakıllı Tepe’ye ve andan şark canibine doğru, Helvacı Karlığına ve andan Kıble tarafa doğru kıdvet’ül ulema merhum Nişancı Mevlâna Cafer Bahçesi Hendeği’ne ve andan Atıcılar Tekkesi kurbünde burunda olan İncir Ağacı’na ve andan mezkûr Sivrikoz Çardağı yeri karşusunda olan tarik-i amme müntehi bulunub…” ifadeleri ile Okmeydanı’nın kapsadığı alan tarif edilmiştir. 1522 yılına ait bu tarifi Halim Baki Kunter daha anlaşılır kılmaktadır. Halim Baki Kunter’e göre Okmeydanı’nın sınırları, Kulaksız Mahallesi evlerinin bittiği yerden başlayarak, Aynalı Kavak Kasrı’na doğru devam eden alanı kapsamakta ve Hasköy’ün kenar mahallelerini takip ederek Sütlüce üzerine kadar uzanmaktaydı. Öte yandan meydanın sınırları Darülacezinin bulunduğu yere doğru bir alana sahip olmakla oradan da Baruthane Deresi’ne kadar inmektedir. Buradan Piyalepaşa Camii civarına kadar varan sınırlar oradan da Sinan Paşa Camii’nin bulunduğu yere kadar varmaktadır. Bu kadar geniş bir alanı kapsayan Okmeydanı aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde izah edilecek olduğu üzere günümüze yaklaştıkça sınır tecavüzleri neticesinde giderek daha az alanı kapsar bir hale gelecektir.
Okçular Tekkesi, sadece okçuluğa yönelik kurumsal bir yapıyı ihtiva etmesi açısında oldukça önemlidir. Bugünkü manada bir spor kulübü gibi çalışan tekke, gerçekte Türk-İslam kültür birikiminin okçulukta birleşmesi neticesinde ortaya çıkmış tarihi-kültürel birçok ritüeli içerisinde barındırmaktadır. Bir vakfa bağlı oluşu, idarecisinin şeyh olarak adlandırılması, ok ve yaya kutsal birer eşya olarak bakılması, atışların dua ile başlaması, padişah, zengin, fakir, büyük, küçük bir sınıf ayrımı gözetmeksizin ahlaklı ve salih kimselerden olması şartıyla herkesin meydana kabul edilmesi Okmeydanı’nı ve Okçular Tekkesi’ni kültürel-dini, derin bir birikimin tam ortasına konumlandırmaktadır. Okçuluğun hem icra edildiği hem de idare edildiği yer olan Okçular Tekkesi ve Okmeydanı, İslami yaşantının her cephesiyle sirayet ettiği bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Okçuluğun teknik kuralları bir yana, tekke işlerinin yürütülmesi ve kemankeşlerin atışlarını belirli bir adap ve düzene göre yapmasını içeren, 17. yüzyılın sonlarına doğru Kâtip Abdullah Efendi tarafından yazıya dökülmüş atıcılar kanunnamesiyle belirli bir kurala bağlandığı anlaşılmaktadır. Kanuname-i Rumat metninde üzerinde durulan en önemli hususlar da yine meydanın kutsiyeti ve meydan mensuplarının bu kutsiyete göre hareket etmesi gerekliliğidir. Abdestsiz girilemeyen meydanda dolayısı ile abdestsiz atış yapmak da yapılmaması gereken büyük bir yanlışlıktır. Hz. Muhammed’in (s.a.v) “okun atıldığı yerden düştüğü yer arası cennetten bir bahçedir” Hadis-i Şerifi gereğince kutsal sayılan meydana hürmet gösterilmesi gerekmektedir. Kâtip Abdullah Efendi, bu Hadis-i Şerif’ten hareketle eskilerin meydan hududuna geldiklerinde ayakkabılarını çıkararak meydana giriş yaptıklarını belirtmektedir. Ayrıca Tekke içine at bağlanmamasına dair padişah fermanının bulunduğuna dikkat çeken Kâtip Abdullah Efendi, meydana ve tekkeye gelenlerin bu kurallara riayet etmesini meydanın kanun-i kadimi olarak ifade etmektedir. Meydan gelenekleri arasında kemankeşlerin ve tekke mensuplarının salih, kibir taşımayan, ahlaklı kişilerden olması şartı bulunmaktadır. Özellikle rekabeti de içerisinde barından okçuluğun adaletli bir şekilde icra edilmesi gerektiğinden dolayı kemankeşlere sosyal kimliğine bakılmaksızın muamele edilmesi gerekmekteydi. Bu konuda Kâtip Abdullah Efendi birçok örnek vererek, kemankeşlerin kibirlenmeden, mertçe, meydan kurallarının zerre dışına çıkmadan atış yapması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu ahlaki gerekliliklerin yanında meydanın içerisinde bir ahi geleneği olan tecrübeli kişilere hürmet gösterilmesi fikrinin ortaya çıkardığı bir hiyerarşiden de bahsedilebilir. Bu hiyerarşi meydanın idaresinden sorumlu şeyh, onun etrafında hâlelenen görevliler ve tecrübeli atıcılar ile okçuluğa yeni başlayanların arasındaki farkı belirtmektedir. Bu farkın dışında hiçbir olumsuz ayrımın olmadığını, Kâtip Abdullah Efendi, Kanunname-i Rumat’ta alıntı yaptığı Sultan IV. Murat’ın “burası er meydanıdır burada şah ü geda birdir” sözü ile belirtmektedir.
Şüphesiz, okçuluğun Okçular Tekkesi gibi kurumsal bir yapı ile temsil edilmesi Türk toplumunun hem kültürel birikimlerinin bir neticesi hem de İslam dinin okçuluğa verdiği önemin bir göstergesi olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda meydanın hem örfi ve hem de İslami altyapı ile oluşturulmuş olan kurallar hafızasının altında da bu kültürel-dini birikim yatmaktadır. Bu sebeple, Osmanlı okçuluğuna dair nerdeyse her risalede okçuların piri olarak Sa’d bin Ebi Vakkas belirtilirken, ok ve yaya cennetten çıkarıldığına dair bir kutsiyet yüklenmiş ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in birçok hadis-i şerifinde okçuluğu tavsiye etmesinden dolayı, okçuluk ve onunla bağlantılı öğelerin her biri kutsallık kazanmıştır. Okçuluğun icra edildiği bir mekân olarak ok meydanları ve onların kurumsal yapısı olarak Okçular Tekkesi gibi oluşumların da bu kutsallık bağlamında her ayrıntısında İslami öğeleri içerisinde barındırması kaçınılmaz olmuştur.
Okçular Tekkesi belirtildiği üzere bir meydan şeyhi tarafından yönetilmekteydi. Meydan Şeyhinin dışında, onun başkanlığında bulunduğu bir heyetin varlığından da bahsedilebilir. Tekkenin faaliyetleri bu heyet tarafından yürütülmektedir. Bu heyet ise meydan şeyhinin ardından eskilik sırasına göre şu şekilde bir silsileyle ifade edilebilir: meydan şeyhinin sağdan birinci sırada şeyhü’l-menâzil fi’l-meydan (menziller şeyhi), sağdan ikinci, şeyh-i mütevelli-i akça-yı vakf-ı nukud (vakfın mütevellisi) onun altında ise menzil sahipleri ile ihtiyarlar bulunmaktadır. Şeyh çoğu zaman bu kişilerden seçilmektedir. Kabza alan kemankeşler, yani talib-i menziller kıdem sırasıyla solda otururlar, menzil alınca sağda dümene geçerlerdi. Meydanın diğer görevlileri ise şunlardır: tekkenin hukuki işlerinden sorumlu meydan kadısı; devamlı olarak tekkede kalan, bina ve tekkede bulunan eşyaların muhafazasından sorumlu tekke-nişîn; vekilharç ve yazıcı olarak şeyhe yardım eden meydan nakibi; Yeniçeri ağasına bağlı olan ve onun tarafından ataması yapılan, meydanın güvenliğinden sorumlu korucular; atış sırasında hava yerinde durarak okun düştüğü yeri ve rekorları haber veren havacılar ile tekke mescidinin imamı olan meydan imamı. Tüm bu görevlilerin yanında şüphesiz Okçular Tekkesi’nin en önemli sakinleri ok talimi için tekkeye gelip giden tirendazlardır. Tâlib-i kabza da denilen bu kişilerin okçulukta maharet kazanması için kendisine bir rehber edinmesi ve ilk talime başladığı andan itibaren sabırla, idmanları aksatmadan kendisini geliştirmesi öğütlenmektedir. Okçu namzedi ilk idmana, ismine “kepaze” denilen gevşek bir yay ile başlamakta ve okçulukta meleke kesbettikçe daha güçlü yaylarla çalışmalarına devam etmektedir. Talib-i kabza, bu çalışmalarından sonra 900 gezlik (1 gez 60,74 cm, kimi kayıtlara göre ise 66 cm olarak ifade edilmektedir.) mesafeye ok atmayı başarırsa kendisine kabza alma töreni düzenlenerek ismi okçular sicil defterine yazılır ve “kabza sahibi kemankeş” statüsüne kavuşurdu. Okçuluk literatüründe oldukça önemli bir ritüel olan kabza alma töreni, şüphesiz 900 gez atış yaparak bu törene erişmek isteyen kabza talibinin hayallerini süsleyen bir durumdur. Kabaca kabza alma töreni, meydan şeyhinin duaları ile başlayan kabza talipleri ile meydan şeyhinin arasında geçen bir dizi mânâlı diyalogdan oluşan ve en nihayetinde meydan şeyhinin, kabza almaya hak kazanan tir-endâzlara yaptığı belirli nasihatlerle son bulan bir törendir. Bu tören sonrasında artık kabza sahibi bir okçu olan kişiye, “yayın kabzasına abdestsiz yapışmaması, onu ehil olmayanlara ve serkeşe teslîm etmemesi ve öğretmemesi, eti yenmez kuşa ve sair hayvana özürsüz atmaması, gözü görmediği yere atmaması, atışa besmele ve salât-ü selâm ile başlaması” gibi nasihatlerde bulunulurdu.
Köylerden kentlere göçün şehirdeki bir yansıması olarak gecekondu yapılaşmasının henüz başlamadığı 1940’lı yıllarda en azından menzil taşlarının, günümüzde elimizde bulunandan sayıca daha fazla olduğu düşünülse de özellikle 1950’lerde başlayan, 1980’lerde ise önlenemez bir hızla yaşanan Anadolu’dan İstanbul’a göç, Okmeydanı’nın nerdeyse tamamının yok olmasına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucunda ise meydanın muhtelif yerlerinde bulunan menzil ve ayak taşlarının birçoğu da yok olmuştur. Öte yandan, Okmeydanı Okçular Tekkesi’nin önlenemez akıbeti ile alakalı vaziyet devam etse de Okmeydanı’nı yeniden ihyâ etmeye çalışan, Vakkas Okatan, Necmettin Okyay, Bahir Özok ve Kemal Gürses gibi isimler en azından okçuluğun unutulmaması için çalışmalar yaptıkları ve bir spor kulübü kurarak okçuluğu yeni nesillere aktarmaya çalıştıkları söylenebilir. Bu bağlamda Mustafa Kemal Paşa’nın da bilgisi dâhilinde ve destekleri sağlanarak 1938 yılında Beyoğlu’nda dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Şubesi’nin üst katında Okspor Kurumu kurulmuştur. Yukarıda adı geçen okçu kişilerin okçuluğa ilgi duyan gençlere okçuluk öğrettiğini anladığımız bu spor kurumunda, okçuluğa dair bir müzenin de oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Halim Baki Kunter’in belirttiğine göre, okçuluğa dair kaynakların toplanması ve bu kaynakların yayımlanmasının da bu spor kurumu tarafından hedeflendiği anlaşılmaktadır. Okspor kulübünün idmanlarını Okmeydanı harabe halinde olduğu için burada yapamadıkları, bunun yerine Beşiktaş Jimnastik Kulübünün Dolmabahçe’deki stadında talimlerine devam ettiklerine dair bilgiler ve fotoğraflar bulunmaktadır. Tüm olumsuz şartlara rağmen bir şekilde ayakta durmaya çalışan Okspor Kurumunun, birçok okçu yetiştirmeye muvaffak olduğu söylenebilir. Halim Baki Kunter’in belirttiğine göre, dönemin ünlü okçuları arasında Adnan Evrenosoğlu, Tarık Karabulat, Aydın Erkmen, Necati Caner, Şahika Or ve Betül Or gibi isimler bulunmaktadır. Fakat Okspor Kurumu’nun çok uzun ömürlü olduğu söylenemez. Kuruluşunun ardından kısa bir süre sonra kurum çeşitli sebeplerden dolayı ortadan kaybolmuştur. Daha sonraki süreç ile ilgili Türkiye’de okçuluğun gelişme gösterdiğine dair bir yorum yapmak neredeyse imkânsızdır. 2000’li yıllarda ise Okmeydanı ve Okçuluğun yeniden ihyasına yönelik çeşitli ve oldukça ciddi adımların atıldığı söylenebilir. Bu bağlamda 2005 yılında Okçular Tekkesi’nin gecekondular tarafından işgal altında bulunan bir kısmının, bu gecekonduların yıkılması suretiyle koruma altına alınması sağlanmıştır. 2007 yılında ise Okçular Vakfı ve Dr. Mimar Sinan Genim önderliğinde tekkenin mevcut rölöveler ve belgeler ışığında bir restitüsyon projesi hazırlanmıştır. Bu projenin hayata geçirilmesi suretiyle 2013 yılında Okçular Tekkesi yine aslına uygun bir şekilde faaliyetlerine başlamıştır. Kurulduğu ilk günden itibaren birçok anlamda geleneksel Türk okçuluğunun hem yurt içinde hem de yurt dışında bilinirliğine katkı sağlayan Okçular Vakfı bünyesinde yüzlerce okçu yetişmiş ve yetişmeye devam etmektedir.